Az daha yürüdükten sonra nehrin hemen aşağısında küçük bir su değirmeni gördü. Değirmenin etrafında sazlıklar bulunuyordu. Biraz daha yakından bakınca içindeki küçük kurbağaları farketti. Onlarca minik kurbağa yavrusu tatlı suyun içindeki yosunların arasına gizlenmişti. Suyu geçmek için küçük tahta köprüyü kullanması gerekiyordu. Su o kadar berraktı ki içilir mi acaba diye düşünüp suyun kaynağına doğru çevirdi gözlerini. Irmak boyunca akan su belli ki dağlardan geliyordu. Akan su pislik tutmazmış, derler. Güneşin parıltılarını yansıtan bu tatlı suya eğildi ve avuçlarına aldığı o berrak suyu yudumladı. — Soğuk, buz gibi! Dört mevsim karla örtülü Kaçkarların eteklerinden yemyeşil vadilere, coşkun ırmaklara karışan bu kar suları başka nasıl olabilirdi ki? Kana kana içmek istedi soğuk sulardan fakat bir kaç yudum daha alabildi en fazla. Bu kısa moladan sonra ırmak kenarındaki değirmene doğru yöneldi. Değirmenin içini merak etmişti? Köyden ununu, mısırını öğütmek için gelenler oluyor muydu bu değirmene yoksa yıllar önce kapısına kulp vurulan, terk edilen bir yer miydi?Mutlaka görmek istiyordu. Su çarkı doğrudan akarsuyun üzerine kuruluydu. Basınçlı suyun çarkı çevirmesiyle ortaya çıkan hareket enerjisi, değirmen taşlarının dönmesine yetiyordu. Gökçe’n değirmen kapısının küçük, buğulu penceresinden içeri bakmaya çalışırken gıcırdayan kapı kendiliğinden açıldı. İçerinin gürültüsünü bastırmaya çalışan sesiyle Hanife Nine doğaçlama maniler diziyordu: Değirmenin taşları Akar gözüm yaşları Öğüttükçe zamanı Göçer azap kuşları Değirmenin sesine Su doldurdum fesine Dünyaları verseler Değişmem nefesine Değirmen üstü dolap Su akar yalap yalap Neyine ar edersin Güzele bakmak sevap Gökçe’n kızım hoşgeldin Değirmen sofrasına Köydeki ninelerin Geç otur karşısına — Hoş buldum, diyebildi Gökçe’n, biraz da utana sıkıla. Su çarkının döndüğünü fark etmişti esasında içeride birilerinin olabileceğini tahmin etmişti ama böylesi şenlikli bir değirmen sofrasına rast gelmeyi düşünmemişti. Keyifler oldukça yerindeydi, değirmenin gürültüsü arttıkça sesler de yükseliyor, birbirlerini hatta kendi seslerini bile duymakta zorlanan bu samimi, neşe dolu köyü sakinleri, sadece jest ve mimikleri kullanarak bile kolaylıkla anlaşabiliyorlardı. Arada Gökçe’ne de bir şeyler soruyorlar, Gökçe’n ne söylediklerini anlamadan ortama uyum sağlayarak kafasını sallıyor, çoğu soruya da duymadığını, anlamadığını belli etmeden tatlı tatlı gülümseyerek bazı kaçamak cevaplar veriyordu. Vakit ne de çabuk geçiyordu böyle, köylünün bütün yaz uğraşıp didinerek tarlasından harman ettiği buğdayı öğüttüğü gibi içindeki sıkıntıyı da geçmek bilmeyen zamanı da öğütüyordu bu küçük su değirmeni. Eskiler yadediliyor, türküler söylüyorlardı. Eskiden çok yokluk varmış, beyaz buğday unu altın değerindeymiş, çavdar ununu, esmer unu bulmak bile kolay değilmiş. Şimdi değirmen dönüyor, çeşit çeşit unlar öğütüyordu değirmen taşları. Ama unutmuyorlardı kıtlık günlerini belki de değişmiyorlardı bolluk günlerine. “Bir lokma bir hırka” deyip kanaat getiriyorlardı. Nitekim yokluk çekmeyegörsün bir kez sonrasında Karun’un hazinelerine sahip olunsa bile unutulmuyordu. Hanife Nine Gökçe’n kızı çok sevmişti. — “ Ah güzel kızım, torunum! Demek sen öğretmensin ha, ohh oh oh, maşallah sana, kırk bir kere maşallah, tü tü tü tü !” deyip duruyor. Gökçe’nin ellerine sarılıyor, yanaklarını okşuyordu. Belki köye yabancı olsaydı bu ilgiyi aşırı bulabilirdi fakat o bu sevgi gösterisine rahmetli babaannesinden aşinaydı. Akşam ezanları yankılanmaya başladı dağlarda. Üzerlerine akşam çökmüş dağlar, siyah pelerinlerini giyinmişti. Köyün zifiri karanlığını dağıtan sokak lambaları, zifiri karanlığın içinde elmas yüzükler gibi parlıyordu. Değirmendekiler için eve dönme vaktiydi. Zira akşam çökmeden evlerine dönmüş olmaları gerekiyordu fakat muhabbet güzel olunca değirmen taşları akıp giden zamanın taşlarını da beraberinde hızla öğütüvermişti. Unlarını sırtlarına alanlar ayaküstü vedalaşıp evlerinin yolunu tuttular. Hanife Nine ilerleyen yaşına rağmen un torbasını tek hamleyle sırtlayıverdi. Gökçe’n yardım etmek istese de bir türlü bırakmadı torbasını, sonunda pes etti Gökçe’n, eski toprak derlerdi bu yörenin kadınları taşı öğütecek kadar kuvvetliydi. Şimdi sırtına aldığı bu un çuvalının altında ezilmek yakışık almazdı. — Yine de eşlik edeyim size evinize kadar Hanife Nine, yorulursan ben taşırım çuvalı? — Ben yorulmam güzel torunum, ben yorulmam! Ama yol arkadaşlığı edelim birbirimize, akşam karanlığında sen de yalnız yürüme kızım! Neden, diye sormadı Gökçe’n . Köye akşam çökünce yabani hayvan sesleri duyulurdu dört bir yandan. Evlerin pencerelerinden duyulduğunda bile yürek ürperten türlü hayvan sesleri yalnızca sokak lambalarının aydınlattığı karanlık köy yollarında daha ürkütücü olurdu. Dar patika yolda Hanife Nine önde Gökçe’n arkada yola koyuldular. Hanife Nine sırtında un çuvalı, yolu ezberlemiş gibi adımlıyordu. Kim bilir kaç kez adımlamıştı bu değirmen yolunu. Derken sokak lambalarının ışığında parlayan mavi minik benekli çiçekleri görünce aniden duruverdi. — Bak kızım, mine çiçekleri. Gökçe’nin sabah gördüğü çiçeklerdi. Kokusuna ve renklerine hayran kaldığı unutmabeni çiçekleri eve dönüş yolunda mine çiçeklerine dönüşmüştü. Hanife Nine’nin deyişiyle bu minik, mavi benekli mine çiçeğinin bir çok hikayesi de varmış. — Mine Çiçeği, diye tekrarladı Gökçe’n Bir çiçeğin kaç hikayesi olabilirdi ki? Yol boyunca anlattı Hanife Nine, Hanife Nine anlattıkça yol aldı Gökçe’n… Kar Sıcaktı/Selen Karagöz/devam edecek