Bazen uzun uzun düşünüyorum… Dünya neden bu kadar yorgun? Neden ağaçların gölgesi artık serinletmiyor da boğuyor bizi? Belki cevabı uzaklarda arıyoruz ama aslında burnumuzun ucunda. Çünkü biz farkında olmadan, çocuklarımızın kalbine dikenler ekiyoruz.
Onlara sevgi tohumu vermek isterken araya kaygı taneleri serpiyoruz. Elimizi tutan küçücük bir parmağın içine, kendi korkularımızı bırakıyoruz.
Bazen farkına varmadan, kendi yaralarımızı onların tenine yazıyoruz. Bu, tıpkı bir tencereye şeker koyarken içine bir tutam zehir serpmek gibi…
"Ben yapmadım" desek de, ruhun mutfağı yalanı affetmiyor. Çocuk, bizim söylediklerimizden çok, içimizde taşıdıklarımızı hissediyor.
Geçen hafta okul ziyaretlerim sırasında Kalkandere'de bir okulda bir babayla sohbet ettim.
"Geçen gün oğlum resim dersinde kocaman bir güneş çizmiş. Ama güneşi kırmızı yapmış. Ben de dayanamadım, 'Ama güneş sarı olur, neden kırmızı yaptın?' dedim."
— Peki, sonra ne oldu?
— Çocuk hemen gözlerini yere indirdi… Sanki yanlış yapmış gibi utandı.
— İşte tam da orası çok önemli. Belki de o an, hayal gücüne dair ilk utancını yaşadı.
— Yani ben aslında hata mı yaptım?
— Hata değil… Ama farkında olmadan ufkunu daraltmış olabilirsiniz. Bazen çocuklar güneşi kırmızı görmek ister. Biz ona hemen "Öyle değil" dediğimizde, onların gökyüzünü kendi kalıplarımızla karartmış oluruz.
— Haklısınız… Belki de önce "Ne güzel çizmişsin" demeliydim.
— Aynen öyle. Önce takdir, sonra yönlendirme. Çünkü hayal gücü, bir çocuğun en büyük sermayesidir.
Genetik mirasın yükü zaten ağır; buna bir de hayatın tortularını eklediğimizde, pamuktan bir yastığın içine çakıl taşları doldurmuş gibi oluyoruz. Çocuk başını koyduğunda rahat etmesi gerekirken, farkında olmadan bizden devraldığı taşların acısıyla kıvranıyor.
Oysa ruh, bir bahçedir. Çocuk ise o bahçenin en narin filizidir. Bir filize su verirken içine tuz katarsanız, toprağın kimyası bozulur. O filiz, büyüse de eğri büyür; gölgesi tam olmaz. Ama eğer temiz bir suyla, sabırla, sevgiyle sulanırsa, hem göğe yükselir hem de gölgesinde nice cana serinlik verir.
Şimdi kendimize sormamız lazım: Biz çocuklarımıza ne bırakıyoruz? Acı mı, umut mu? Korku mu, cesaret mi? Haset mi, şefkat mi? Çünkü her çocuk içine konulanı taşır. Kaygı verirsek kaygıyı büyütür, sevgi verirsek sevgiyi çoğaltır.
Çocuğun ruhunu eğitmek, ağaca şekil vermek gibidir. Fidan küçükken eğilir. Çocuğa sadece bilgi verirsek zihnini doldururuz. Ama kalbine umut, güven ve sevgi verirsek… işte o zaman bütün dünyayı aydınlatacak bir ışık uyandırırız.
Dünya yeni bir sabaha muhtaç. Ve o sabah, belki de bir çocuğun gözlerinde doğuyor. Biz o gözlere hangi gökyüzünü yansıtırsak, yarın o kadar berrak olacak.
Sonuçta biz hepimiz aslında birer bahçıvanız. Elimizdeki tohumları dikkatle seçmeliyiz. Çünkü bugün ektiğimiz sevgi tohumu yarın ormana dönüşür; bugün bıraktığımız korku tohumu ise yarının gölgesini karartır.
Uyanma vakti gelmedi mi?
Çocuğun kalbine inşa ettiğimiz dünya, aslında kendi geleceğimizdir. Onların gözlerine neyi koyarsak, bizim yarınımız da odur.
Ve belki de insanın en büyük mesuliyeti şudur:
Kendi karanlığını çocuğuna yüklememek.
Aydın Mertayak